Trumplı dünyada ortalık toz duman, olmaz denilenler oluyor, reddedilen her ihtimal gerçekliğe dönüşüyor. Aslına bakılırsa ABD’deki olağanüstü eğilimler daha önceki sarsıntılarla kendisini göstermişti. Trump ilk dönem başkanlığı sırasında protestoculara karşı orduyu devreye sokmuş, ardından kaybettiği seçim sonrası Kongre baskınına yol vermişti. Ve tabi Trump’ın kıl payı ölümden döndüğü suikast girişimi, ABD’deki türbülansın şiddeti hakkında fikir veriyordu. Emperyalist hiyerarşinin başat ülkesi ABD’de yaşanan bu sarsıntıların dünyaya yayılmaması beklenemezdi. Nitekim Trump beklenenden de büyük bir oyla ikinci kez başkanlığa seçilince ABD egemen sınıfının Elon Musk liderliğindeki bir kısmı, kendi programını uygulamak için hiç vakit kaybetmedi. ABD emperyalist kapitalistlerinin bu yönelim değişikliği, dünya çapında ekonomi-politik, jeopolitik ve ideolojik depremler üretmeye devam ediyor. Aslında Rusya’nın koca bir ülkeyi (Ukrayna) yutmaya kalkması ve bunun için korkunç bir savaşı başlatması yaşadığımız dönemin belirli özelliklerinin tüm dünyada gelişmekte olduğunu gösteriyordu. Aynı şekilde İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği etnik temizliğin yanı sıra Batı Şeria, Lübnan, Suriye ve Yemen’de yürüttüğü savaşlar ve buna Batı dünyasının verdiği destek, uluslararası hukukun göstermelik meşruluğuna kimsenin aldırış etmediği yeni bir dönemde yaşadığımızın göstergeleriydi. Ama Trump’ın ikinci kez işbaşına gelmesiyle ABD egemen sınıflarının en azından bir kanadının çıplak sınıf çıkarları, zembereğinden boşalmışcasına harekete geçti. ABD, artık Avrupa’yı korumayacağını ilan etti. Böylelikle NATO anlamını yitirmiş oluyordu. Sonra Trump Grönland, Panama Kanalı ve hatta Kanada üzerinde hak iddia etmeye başladı. ABD sanayisini güçlendirmek için yapılan hamle ise gümrük duvarlarının örülmesi ve ticaret savaşlarının hız kazanması oldu. “America First” çizgisi dünya ticaretinde ve ekonomik büyümesinde gerilemeler yaratarak olağanüstü gelişmeleri derinleştirmeye devam edecek. Trump’ın Rusya ile yakınlaşması Avrupa’da paniğe yol açarken silahlanma yarışı kaçınılmaz biçimde vites artırdı. ABD-İsrail ortaklığı gözünü karartmış durumda. Ortadoğu’nun diğer aktörleri mum gibi oldu, ama İsrail’in gözü doymuyor, hedefte İran var. Rusya büyük bedellerle çok yavaş ilerleyebildiği Ukrayna’dan daha büyük lokmalar kopararak hatta Kiev’deki rejimi değiştirerek savaşı sonlandırmak istiyor. Çin ise Tayvan konusundaki agresiflik dozajını her geçen gün artırıyor. Trump’ın Ukrayna için olduğu gibi Tayvan için de umursamaz tavır takınma ihtimali Çin’in Tayvan’ı işgal planını öne çekme ihtimalini gündeme getiriyor.
Emperyalist çelişkilerin bu derece keskinleşmesi, tarih boyunca olduğu gibi, otoriterleşme ve milliyetçileşmeyle el ele gidiyor. Marksist tez bir kez daha haklı çıkıyor: Kapitalizm krizdeyken, burjuvazi açık baskıya başvurur. Gramsci’nin deyişiyle, “eski düzen ölmüş, yenisi doğmamıştır”. Bu gibi dönemlerde otoriter liderler (Trump, Le Pen, Modi vb) “düzeni yeniden tesis etme” vaadiyle sahneye çıkar. Öte yandan neoliberalizmin iflası, geleneksel merkez partilerin (sosyal demokratlar, liberaller, yeşiller, muhafazakârlar) kifayetsizliğini ortaya koydu. Bu boşluğu, sahte “anti-sistem” söylemleriyle aşırı sağ popülistler doldurdu. Dünya çapında demokratik haklara yönelik kapsamlı saldırılar gerçekleşiyor, otoriter liderler yükseliyor. Bu otoriterleşme sürecinden en çok etkilenen ise zaten kırılgan bir burjuva demokratik işleyişe sahip olan Türkiye gibi çevre ülkeler oluyor.
Neoliberal Birikim Modelinin Tıkanması ve Krizinin Marksist Analizi
Neoliberalizm, 1970’lerde kapitalizmin kâr oranlarının düşme eğilimi ve Keynesçi ekonomi modelinin tıkanması sonucu ortaya çıkan bir yeniden yapılanma projesiydi. Ancak 2008 krizi ve sonrasında bu modelin iç çelişkileri derinleşti. Marx’a göre, kapitalist sistemde rekabet nedeniyle sermaye, emeği daha fazla sömürerek (artı-değer) kârı korumaya çalışır, ancak bu uzun vadede teknolojik yoğun yatırımları artırır (organik sermaye bileşiminin yükselmesi). Sonuçta, kâr oranları düşer.
Neoliberalizm bu eğilimi 2 yolla ertelemeye çalıştı. Birincisi finansallaşmaydı. Üretken olmayan spekülatif sermaye (borsa, türev piyasalar, gayrimenkul balonları) ile kârlar suni olarak şişirildi. Ama 2008 krizi ile ABD’deki mortgage balonu patladı, ortaya çıkan devasa borçlar kamuya devredildi. Bu ise krizin aşılması değil, krizin zamana yayılması ve tıkanmanın kronik hale gelmesiydi. Neoliberalizmin diğer çözümü küresel sömürü ağları yaratmaktı. Emek ve kaynak sömürüsü Çin, Hindistan gibi ülkelere kaydırıldı. Ancak bu da aşırı üretim krizine yol açtığı gibi Çin’in ekonomik atılım yapacağı şartları oluşturdu. Diğer taraftan finansal genişleme, reel ekonomiden kopuk bir spekülatif balondan ibarettir. 2008 krizi sonrasında merkez bankalarının parasal genişleme politikalarıyla sistem geçici olarak ayakta tutuldu, ancak bu sefer de enflasyon ve sosyal eşitsizlikler patladı. Kapitalizm, üretkenlik ve verimlilik sorununu çözemediği için krizleri ertelemekten öteye gidemiyor; her müdahale, yeni ve daha derin çelişkiler üretiyor.
Bunun dışında neoliberalizm, devletin ekonomiden çekilmesi retoriğine rağmen, aslında devleti sermaye lehine yeniden yapılandırdı. Özelleştirmeler, kamunun sosyal fonksiyonlarının tasfiyesini getirirken (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik), sıra bankalar ve şirketleri iflastan kurtarmaya gelince devlet müdahalesi derhal imdada yetişir (2008’de Goldman Sachs’ın kurtarılması).
Neoliberalizm, tek bir küresel pazar varsayıyordu, ama bugün korumacılık duvarları yükseliyor. Burjuvazi, milliyetçilik kartına başvuruyor, aslında salt retorik düzeyde kalan (çünkü göçmen işçilere muhtaçlar) göçmen karşıtlığıyla işçi sınıfını bölüyor ve onun bilincini kötürüm ediyor. Neoliberalizm bir yandan da kuralsızlaşmayla birlikte emekçi haklarının tırpanlanmasını, güvencesizleşmeyi ve taşeronlaşmayı sağladı. Sendikalar büyük ölçüde üye ve anlam kaybı yaşarken işçi sınıfının örgütsüzlüğü yaygınlaştı. Emekçilerin bu durumu karşısında devlet aygıtının tekelci sermayeye sunduğu destek, bu çıplak ikiyüzlülük, sistemin meşruiyet kaybına ve kitlesel eylemlere yol açtı (Occupy Wall Street, Sarı Yelekliler). Sistem, krizden çıkmak konusunda yeni bir yol açamıyor ve tedbir olarak ortaya konanlar, ister parasal genişleme olsun isterse de gümrük duvarları, sistemik krizi derinleştirmekten başka sonuç vermiyor. Bu noktada sistem demokratik hakları, anayasal işleyişi ve hukukun üstünlüğünü feda ediyor ve Batılı liberal parlamenter sistemler zayıflıyor. Kitleler arasında alternatif olarak yükselmesi gereken sosyalizm seçeneği ise sendikal hareketin neoliberal dönemde zayıflatılması ve SSCB’nin dağılmasının yarattığı ideolojik yenilgi/kafa karışıklığı koşullarında istenilen düzeyde gelişemiyor. Ama yine de alttan alta bir gençlik kuşağının radikalleştiğin, sosyalizme ve devrimci eyleme doğru kaydığını gözlemliyoruz. Bu gençlik kuşağı önümüzdeki dönemde anti-kapitalist ve anti-faşist bir içerikle otoriterleşmeye karşı güçlü bir reaksiyon ortaya koyacaktır. Bunun sinyallerini şimdiden görebiliyoruz. Bu arada işçi hareketi de dünya çapında başını kaldırıyor. ABD’de 1960’lardan sonraki en büyük otomotiv grevleri 2023 yılında Ford, GM ve Stellantis fabrikalarında gerçekleşti. Bu tarihi grevlerde %25’lik ücret artışları ve diğer sosyal kazanımlar elde edildi. ABD’de bir diğer önemli mücadelede Starbucks‘ta 400’den fazla şube sendikalaştı, Amazon işçilerinin mücadelesi ise halen devam ediyor. ABD’de yüksek enflasyonla birlikte yaşam şartlarının bozulmasını sürdürmesi sınıf mücadelesini körükleyecektir. Bunun dışında son dönemde Britanya’da sağlık, eğitim ve demiryollarında son 30 yılın en büyük grevleri gerçekleşti. Fransa‘da emeklilik yaşının 64’e yükseltilmesine karşı genel grev hareketi çok büyük bir hareket oluşturdu. İşçi sınıfı ve emekçi halkın ateşleyici gücünün enerji biriktirdiği Arjantin ve İran gibi ülkeler belirleyici mücadelelere hazırlanıyor. Bütün bu işçi ve gençlik mücadelelerinin en büyük ilerlemesi, grevlerin ulusal çapta farklı sektörleri kapsayacak şekilde gelişmesi ve Stalinizmin büyük zarar verdiği başka bir dünya (sosyalizm) mümkün fikrinin yeniden atılım göstermesiyle yaşanacaktır. Bu anlamda devrimci sosyalistlerin örgütlü güçlerini geliştirmeleri hayati önemdedir.
Çin’in Yükselişi, “Disiplinli” Kapitalizm
Batı dünyasında bunlar yaşanırken ABD’ye karşı yükselen yeni süper güç (ya da adayı) Çin, on yıllardır otoriter bir kalkınma hamlesini sürdürüyor. Otoriter Çin’in yükselişi buna karşın liberal Batı’nın gerilemesi süreci, kaçınılmaz şekilde dünyanın geri kalanını da etkiliyor.
Neoliberal küreselleşme, ABD hegemonyasına dayanıyordu. Ancak Çin’in atılımı bütün emperyalist hiyerarşiyi sarsıyor. Tüm dünyanın yaşadığı sarsıntılar bu anlamda Çin’in bu atılımıyla ilgili. Dünyanın fabrikası olan Çin, artık yüksek teknolojiye dayanan bir süper güç adayı.
Batı’da özel sermayenin kâr odaklı kısa vadeli yatırımlarına kıyasla, Çin uzun vadeli planlama ile stratejik sektörleri (yapay zekâ, yenilenebilir enerji, yarı iletkenler) destekleyebiliyor. ÇKP’nin yönlendirdiği bu kapitalist atılıma ABD cephesinden verilmeye çalışılan tepki Trump ve Elon Musk politikaları oldu. Marksist bir perspektiften bakıldığında, Çin’in modeli “kapitalizmin devlet kontrolündeki bir varyantı” olarak değerlendirilmelidir. ÇKP’nin “komünist” etiketi bir yana Çin’de yeni bir burjuva sınıf yaratıldı. Parti elitleri ile iş dünyası iç içe geçmiş durumda. İşçi sınıfı, sendikasız ve düşük ücretlerle çalıştırılıyor. “Sosyalist piyasa ekonomisi” iddiası, artı-değer sömürüsünü ortadan kaldırmıyor. Çin’de devlet, kapitalizmi kontrol ediyor, ancak işçi sınıfının payına vahşi sömürü düşüyor. Bu nedenle, “devlet kapitalizmi”, sosyalizme geçiş değil, kapitalizmin otoriter bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Batı’nın neoliberal serbest piyasacı modelinden farklı olarak, Çin’deki model devletin ekonomiyi stratejik hedefler doğrultusunda sıkı kontrol altında tutması ve kapitalist birikim sürecini otoriter bir yönetim anlayışıyla yönlendirmesine dayanıyor. Bütün bunlar ÇKP’nin gücünün artması, Çin toplumunda daha fazla merkezi kontrolün sağlanması ve daha baskıcı bir sosyal düzenin oluşturulması anlamına gelir. Çin’de bağımsız sendikalar bulunmaz, bu yöndeki girişimler sert bir şekilde bastırılır. Çin’deki geleneksel otoriter uygulamalar Xi Jinping’in iktidar tekelini sağlamasıyla daha da sert hale geldi. Xi Jinping, 2012 yılında ÇKP Genel Sekreteri olarak göreve başlamasının ardından hızla Çin’deki liderliğini güçlendirmeye başladı. Xi’nin ilk yıllarında, parti içinde büyük bir siyasi temizlik yapıldı. Birçok üst düzey lider ve bürokrat, yolsuzluk suçlamalarıyla görevden alındı ve hapse atıldı. Çin’de, 1982 yılında kabul edilen anayasa, Çin Cumhurbaşkanı ve Çin Başbakanı pozisyonlarına seçilecek kişilerin yalnızca iki dönem için görevde bulunabileceğini belirleyen bir kural getirmişti. Xi bu kuralı 2018’deki anayasa değişikliğe çöpe attı ve Xi’nin başkanlık görev süresi sınırsız hale geldi. Xi Çin toplumu karşısında kendi liderlik düzeyini, “Xi Jinping Düşüncesi” mertebesine yükselterek Mao’dan sonra (Mao Zedung Düşüncesi) bu “ünvanı” kullanan ilk lider oldu ve bu ifadeyi Çin anayasasına soktu.
Diğer taraftan Çin modelinin krizlerden ve olası altüst oluşlardan bağımsız olduğu düşünülmemelidir. Çin, 2000’lerde %10’un üzerinde büyürken, büyüme oranı 2023’te %5 civarına geriledi. İç tüketimin göreli zayıflığı, nüfusun hızla yaşlanması, emlak balonunun patlaması (Evergrande krizi), küresel talep daralması ve ABD ile ticaret savaşları Çin’in %10’luk büyüme seviyelerinin geride kaldığına işaret ediyor. Ama yine de bu oranların ABD ( %2-2.5) ve AB (%0.5-1.0)‘nin büyüme oranlarından epey yüksek olduğu ortadadır. Bunun dışında Çin, aşırı kapasite sorunu yaşıyor (çelik, güneş panelleri, elektrikli araçlar) ve Batı’nın korumacı politikaları (rekor seviyelerdeki gümrük vergileri) ihracatı zorlaştırıyor. İç tüketimi artırma hedefi henüz başarılı değil; halkın geliri yetersiz. Ucuz emeğe dayalı büyüme modeli tükendi. Çin artık Vietnam ve Bangladeş İle rekabet edemiyor. Genç işsizliği rekor seviyelerde. Çin’de Gini katsayısı (eşitsizlik ölçütü) 0,47 (ABD’den kötü, Avrupa’dan çok daha kötü). İşçi sınıfının eşitlik, gençlerin özgürlük taleplerinin daha ne kadar bastırılabileceği bir soru işareti.
Kısacası Çin’in ne özgürlükler ne de sosyal eşitlik anlamında dünya emekçilerine referans olma şansı yok. Aksine Çin’deki mevcut rejim dünya genelinde gelişmekte olan otoriter eğilimlere güç kazandırma eğilimindedir.
Türkiye’de Belirleyici Mücadeleler Veriliyor
Trump’lı dünyanın etkilerini en sert yaşayan ülkelerin başında Türkiye geliyor. İmamoğlu’nun tutuklanması karşısında sokağa çıkan milyonlar AKP taarruzunu frenledi. Bu sayede İBB ve CHP’ye kayyum gelmedi ama yarın ne olacağı belirsiz. AKP İBB’yi ele geçirmek ve Halk TV’nin başını çektiği muhalif kanalları kapatmak için yeni bir deneme başlatabilir. Bu durumda bir kez daha hatta öncekinden de daha güçlü bir halk hareketinin ortaya çıkması gerekiyor. 19 Mart sonrası başlayan protestolarda gözaltına alınan 300 kişi tutuklandı, ama toplumsal baskı nedeniyle büyük çoğunluğu şu saat itibariyle serbest kaldı. Eylemlerde başı çeken öğrenci hareketi bu baskılardan etkilense de gençlik içerisindeki canlılık sürüyor. Kitle hareketi oluşturmak konusunda çok geç kalan, Esenyurt’tan doğru gelişen büyük saldırıyı adeta seyreden ancak yumurta kapıya dayanınca direnç koyabilen CHP’nin bundan sonraki süreçte ne derecede dirayetli duracağı da belirleyici olacak. Kitle basıncının CHP’yi daha direngen davranmaya zorladığı bir gerçek.
Batı bloğu, demokrasi ve insan hakları söylemini geri plana iterek otoriterleşme sürecine giriyor. Yeni ABD yönetimi, Avrupa’daki aşırı sağ hareketleri destekliyor ve liberal parlamenter sistemler giderek zayıflıyor. Demokrasi üzerinden kurulan meşruiyet mekanizmaları terk ediliyor, devlet aygıtları otoriter sermaye bloklarının çıkarlarına göre yeniden şekilleniyor ve otoriter eğilimler tüm dünyada yükselişte. Bu koşullarda ABD ve AB cephesinden AKP’ye dönük herhangi bir “burjuva demokratik” baskının gelmemesi kimseyi şaşırtmamalı
AKP’nin demokratik görünmeyi çok da dert etmeyeceği, bu konuda uluslararası baskı görmeyeceği yeni bir iklime girildi. Kapitalist sistemin derinleşen krizi ve emperyalist merkezlerin artan otoriterleşme eğilimleri, AKP iktidarını rahatlatmış durumda. Tarih boyunca devletin eline bakmış ve buradan beslenmiş olan Türkiye’deki büyük burjuvazinin güçlü bir dış destek almadan olup bitene müdahil olması mümkün değil, böyle bir kapasiteleri bulunmuyor. Bu durumda onlar da kırık dökük de olsa var olan demokratik anayasal işleyişin yolsuzluk, kayırmacılık ve keyfiyet lehine ortadan kaldırılmasını izlemek ve yağmadan pay kapmaya çalışmak durumundalar. Sınıfsal varoluşları bunu gerektiriyor.
AKP Fırsatı Kaçırmıyor
Böyle bir uluslararası ortam, AKP-MHP aşırı sağ koalisyonu için toplumsal muhalefete, basın özgürlüğüne ve hatta parlamenter muhalefete saldırmanın fırsatı olarak görülüyor. Bu halde seçimli demokrasi bile AKP tarafından gereksiz bir lüks olarak değerlendiriliyor. Zira AKP iktidarı seçimleri kaybetme baskısından kurtulamıyor. Türkiye’de büyük kentlerin başını çektiği sosyolojik bir kayma yaşanıyor. Geleceksizleşen yeni kuşakların AKP’ye sırt çevirmesi, ekonomik krizin alt sınıfları yoksullaştırması ve burjuva muhalefet CHP’nin içerisinden güçlü figürler çıkarması AKP’nin gelecek kaygısını arttırıyor. Bu noktada maalesef örgütlü işçi hareketinin ve sosyalistlerin AKP’ye muhalefette henüz yeterince etkin bir rol oynayamadığını teslim etmeliyiz.
2024’te yerel seçimlerinde AKP’nin büyük kayıp yaşamasıyla devlet kaynaklarının bir kısmı CHP’nin eline geçti. Bu durumu sineye çekmek AKP için zor. Nihayetinde AKP için seçimli demokratik işleyiş, katlanması zor bir lüks haline geldi. AKP artık sadece sokaktaki muhalefeti ve Kürt ulusal hareketini değil gazetecileri ve CHP’yi bile baskı altına alarak eleştiriyi tamamen sindirmek istiyor. Bu, Türkiye’de otoriterleşmede bir sıçramaya yol açıyor.
Önceden, Batı bloğunun demokrasi ve insan hakları baskısı Türkiye’deki otoriterleşmenin bir sınırını oluşturuyordu. Ancak bugün Batı bloğu, ABD tarafından tek yanlı biçimde devre dışı bırakılıyor, Avrupa zayıflıyor ve Batı dünyası da otoriterleşiyorken AKP’nin eli büyük ölçüde serbest kalmış durumda. Şimdilerde ABD-İsrail cephesinin sertliği yüzünden dış politikada çok daha ürkek davranan AKP iktidarı, içeride bu yeni uluslararası ortamdan güç alarak toplumu korkutma ve sindirme stratejisini derinleştiriyor. Sonuç olarak, Türkiye’de otoriterleşme süreci, uluslararası dengelerden de güç alarak yeni bir evreye girmiş durumda. Türkiye’nin otoriterleşmesi yalnızca iç dinamiklerle değil, küresel siyasal dönüşümlerle de paralel bir şekilde ilerliyor.
Bu durumda sıkı durmak, direnmeyi sürdürmek, devrimci kadrolar yetiştirmek, dayanışma ağlarını güçlendirmek, her şart altında mücadeleyi sürdürerek geleceği hazırlamaya odaklanmak gerekiyor. Yeni gençlik eylemlerinin içerisinde sola doğru bir radikalleşmenin yaşanması çok önemli. İçeriği zayıf olan hareketlerin etkileri de zayıf kalmaya mahkumdur. Bu yüzden son eylemlerin daha evrensel, eşitlikçi ve özgürlükçü temalarla birleşmesi mücadelesi verilmek zorunda. Tarih boyunca bir sürü badireyi atlatmış, zorlu sınavları geçmiş toplumsal muhalefetinin bu topraklarda güçlü kökleri var. Gençliğin bugünlerde gösterdiği cesaret bu mayayı bir kez daha ortaya koydu. Gelecek direnenlerin olacaktır.
Kaynakça
1- Filho, A. S. (2023) Kriz Çağı – Neoliberalizm, Demokrasinin Çöküşü ve Pandemi, Yordam.
2- Levy, D. ve Dumenil, G. (2015) Büyük Yol Ayrımı – Neoliberalizme Son Noktayı Koymak, İletişim.
3- Roberts, M. (2 Mart, 2025) “Trump’s MAGA and deregulation”, https://thenextrecession.wordpress.com/2025/03/02/trumps-maga-and-deregulation/
4- Roberts, M. (22 Mart, 2025) “From welfare to warfare: military Keynesianism”, https://thenextrecession.wordpress.com/2025/03/22/from-welfare-to-warfare-military-keynesianism/
5- Yıldızoğlu, E. (17 Nisan, 2025) “İroni bir değil ki!”, “https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/ironi-bir-degil-ki-2319487