Stalin İsrail’in Kuruluşunu Neden ve Nasıl Destekledi?

Stalin İsrail’in Kuruluşunu Neden ve Nasıl Destekledi?

Türkiye sosyalist solunda Filistin ile dayanışma geleneği oldukça yüksektir. Sadece Türkiye’de değil tüm dünya solu Filistin ile dayanışma ile geçen bedellerle dolu bir geçmişe sahip. Filistin’den destek almış, Filistin davası için canlar vermiş olan sosyalistler açısından Filistin ile dayanışma geleneği hala çok önemli. Türkiye’den yüzlerce sosyalist 1960’ların sonundan İsrail’e karşı savaşmak ve askeri eğitim almak için Filistin’e gitmiş, bunlardan 36’sı hayatını kaybetmiştir (aktaran Faik Bulut).

Türkiye solunda Filistin davası bu kadar prestijliyken İsrail’in kuruluş süreci az bilinir. Haliyle İsrail’in kuruluşuna Stalin’in verdiği kritik desteği bilen de azdır. Stalinizmle hesaplaşmayı gerektireceği için bir çok konu gibi bu konuda sosyalist solun büyük çoğunluğu tarafından görmezden gelinir. Günümüzdeki Stalin destekçileri Stalinistlerin her zaman siyonizme karşı çıktıkları mitine inanmak istiyorlar. Ama söylemeliyiz ki mitlere ve yalanlara bel bağlayanlar, aldanmak ve aldatmak gibi çok rahatsız edici rollere sahip olmuştur. Devrimcilerse tabular, mitler ve yalanların üzerine gider.  

Çıplak gerçekler ışığında gayet rahatlıkla söyleyebiliriz ki Stalin destek vermeseydi İsrail kurulamazdı ve haliyle Ortadoğu tarihi bambaşka bir şekilde yazılırdı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’nun kaderi belirlenirken Stalin’in İsrail’e verdiği desteği 3 ana başlıkta sıralayabiliriz:

1- Birleşmiş Milletler Kararı: 1947’de Birleşmiş Milletler, Filistin’in Araplar ve Yahudiler arasında bölünmesini öngören bir karar (181 no’lu karar) aldı. Filistin’in bölünme kararı İsrail devletinin oluşmasının temelini oluşturdu. Bu karara Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri destek verdi. SSCB, Siyonist devletin kurulmasını açıkça destekleyen ülkelerden biriydi.

2- Askeri Yardım: Stalin, Çekoslovakya üzerinden Siyonist milis kuvvetlerine gelişmiş silah desteği (savaş uçakları dahil) sağladı. Bu silahlar, Siyonistlere değil Filistinlilere gönderilseydi tarihin akışı başka olurdu. Neticede 1948’deki savaşla İsrail kuruldu ve 700.000 Filistinli Arap etnik temizliğe maruz kaldı. Bu, Nakba (“Felaket”) olarak adlandırılır, tarihin kırılma anıdır ve Filistin halkı için büyük bir travmadır. Stalin’in Nakba’daki rolü inkar edilemezdir.

3- Diplomatik Destek ve Tanıma: İsrail’in 14 Mayıs 1948’deki bağımsızlık ilanının 3 gün sonrası Sovyetler Birliği, İsrail’i resmen tanıyan ilk ülke oldu. ABD ise İsrail’i ancak 9 buçuk ay sonra 31 Ocak 1949’da resmi olarak tanıyacaktı. SSCB’nin desteği veya onayı olmadan İsrail devleti hayata geçemezdi. Moskova’nın uydusu olan diğer Doğu Avrupa ülkeleri de birkaç hafta içinde İsrail’i resmen tanıdı.

Lenin Döneminde Siyonizme Karşı Tutum

Lenin ile Stalin’in Yahudiler ve Siyonizm karşısında izlediği politikalar birbirinden gece ile gündüz kadar farklıydı. Lenin döneminde Sovyetler Birliği hem teorik hem de pratik olarak Siyonizme karşı politikalar yürütmüştür. Lenin ve Bolşevikler, Siyonizmi emperyalist bir proje ve Yahudi işçi sınıfını Yahudi burjuvazisinin peşine takmak olarak değerlendirdiler. Buna göre Siyonizm, Yahudi işçileri enternasyonalist sınıf mücadelesinden uzaklaştırmak için kullanılan bir burjuva ideolojisi olarak görüldü. Lenin, Yahudi işçi sınıfının kurtuluşunun, diğer ulusların işçi sınıfıyla birleşik bir mücadele içinde gerçekleşeceğini savunmuştur.

Bırakalım Bolşevikleri, Yahudi işçilerinin “ılımlı sosyalist” örgütü olan Bund bile burjuva ve emperyalist karakteri sebebiyle Siyonizme karşıydı. Bolşevikler Siyonizm karşısında Bundcularla benzer bir yaklaşım içerisinde olsa da Bund’un Yahudi işçileri diğer milletlerden/dinlerden olan işçilerden ayırarak kendi parti çatısı altına toplama çabasına şiddetle itiraz ediyorlardı. Bolşevikler haklı olarak işçilerin karma şekilde mücadele etmesini işçi sınıfının birliği için olmazsa olmaz bir ilke olarak görüyordu. Bund’un yaptığı Yahudi işçileri izole etmekten başkası değidi. (https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1903/oct/22a.htm, The Position of the Bund in the Party, Lenin, Iskra, 1903)

Bolşevikler Ekim Devrimi’nden itibaren Yahudilerin hakları ve entegrasyonu için somut politikalar geliştirdi. Bolşevik hükümet, Rusya’da çok köklü bir geleneği olan antisemitizme karşı kararlı bir mücadele yürütmüş, Yahudi halkının dil ve kültür haklarını tanımış ancak siyonist örgütlenmelere ve faaliyetlere karşı sert önlemler almıştır. Örneğin, Siyonist örgütler yasaklanmış ve sosyalist eğitim politikalarıyla Yahudi işçi sınıfı enternasyonal sosyalizme kazandırılmaya çalışılmıştır.

Ayrıca Üçüncü Enternasyonal’in (Komintern) İkinci Kongresi’nde şu karar alınmıştır:

“Ezilen ulusların emekçi halkının, İtilaf Devletleri emperyalizminin birleşik güçleri ve bu ulusların burjuvazisi tarafından aldatılmasının göze çarpan bir örneği, Siyonistler (ve genel olarak Siyonizm) tarafından ileri sürülen Filistin macerasıdır. Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı iddia etmek, pratikte Arap emekçi halkının, Yahudi işçilerin yalnızca önemsiz bir azınlık oluşturduğu Filistin’den sürülmesinin savunulması anlamına gelir ve Yahudi işçilerin önemsiz bir azınlık oluşturması da, İngiltere tarafından istismar edilmektedir.”

“Siyonistlerin Filistin olayı, İtilaf emperyalizmi ve söz konusu ülkelerin burjuvazisinin güçlerini birleştirerek, ezilen ulusun emekçi sınıflarını aldatmasının açık bir örneği olarak nitelendirilebilir (tıpkı Siyonizmin, Yahudi işçilerin yalnızca azınlıkta olduğu Filistin’deki Arap emekçi nüfusunu, Filistin’de bir Yahudi devleti kurma kisvesi altında İngiltere’nin sömürüsüne teslim etmesi gibi).”(3.Enternasyonal Belgeleri, Belge Yayınları )

SSCB’de Kırılma, Naziler, Yahudi Soykırımı ve İsrail

Troçki’nin yenilgisi ve Stalinizmin zaferi, Sovyetler Birliği’nin her alandaki politikalarında 180 derecelik dönüşlere yol açtı. Stalin’in Siyonizme destek vermesi ve sonunda İsrail’in devletleşmesine ön ayak olmasını da bu şekilde açıklamak gerekir. Görüldüğü gibi “Filistin’e mi yoksa İsrail’e mi desteğin verileceği” konusunda Sovyetlerin ve Komintern’in politikası 1947’ye gelindiğinde kökten bir şekilde değişmişti. Troçki ve Sol Muhalefet’in yenilgisinin trajik sonuçları çoktan SSCB sınırlarını aşmıştı. 

Almanya’da Nazizmin zaferi pekala engellenebilirdi. Almanya Komünist Partisi (KPD)’nin 1920’ler sonu ve 1930’lar başındaki üye sayısı 300.00 ile 360.000 arasında değişiyordu. KPD’ye bağlı sendikalara üye yüz binlerce işçi muazzam bir devrimci güç olabilirdi. KPD’nin Nazilerin SA’ları (Strumabteilung) ile rekabet edebilecek güçlü bir sokak tabanı ve seçimlerinde elde ettiği %15-17 oy oranına denk gelen 100 civarında milletvekili bulunuyordu. Ama tarihin kırılma noktası KPD’nin Nazilerin yükselişini küçümsemesi ve esas düşman olarak Sosyal Demokrat Parti’yi (SPD) ilan etmesiydi. Bu caniyane politikaya göre SPD, Nazilerden daha tehlikeli “sosyal faşist” bir güçtü! Nazi tehlikesi azımsandı hatta Prusya Referandumu (1931) örneğinde olduğu gibi Nazilerle yer yer ittifaklar bile kurdu. Bu yenilgiyi kesinleştiren “hatalar” yüzünden dünyanın en organize, en örgütlü işçi gücü olan Almanya proleter hareketi demoralize oldu, felce uğradı ve çöktü. KPD lideri Thalmann “Bizim için hiçbir şey Hitler faşizminin oluşturduğu tehlikeyi oportünist biçimde abartmaktan daha ölümcül olamaz.” (Meyer-Leviné, Rosa, 1977, Inside German Communism: Memoirs of Party Life in the Weimar Republic (Pluto), s.177) Oysa Troçki sürgüne gönderildiği İstanbul Büyükada’da kısıtlı imkanlara rağmen gelişmelerin seyrini tüm berraklığıyla görebiliyordu. Almanya’daki Stalinist politikalara yönelik eleştirilerinin haklılığı trajik şekilde kanıtlandı. Nazilerin iktidara gelişi pekala engellenebilirdi. Ama bunun için işçi sınıfının anti-faşist eylem birliği gerekiyordu. Alman işçi sınıfının iki kitlesel partisi olan sosyal demokrat ve komünist partilerin birleşik cephe kurması gerektiğini defalarca yazdı. İnisiyatif KPD’den gelmeliydi. İttifak teklifi bile işçi tabanında büyük bir dalgalanmaya sebep olacak, grev hareketi ve işçi eylemleri Hitler’in yenilgisini mümkün kılabilecekti. Hitler’in iktidara gelmesinin korkunç sonuçları sadece Alman işçi sınıfı için değil tüm dünya için bir felaket anlamına gelecekti. Troçki Yahudilere soykırım yapılacağı konusunda da uyarılarda bulunmuştur. Yahudilerin yok edilmesi, 2.Dünya Savaşı sonrasında emperyalistlerin Siyonist projede sıçrama yapmaları için bir gerekçe olarak kullanılmıştır. 

İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Tablo Netleşiyor

Stalin kendisi için ayak bağı olarak gördüğü Komünist Enternasyonal’i 1943’te feshetti. Dünya devrimi fikri zaten çoktan terk edilmişti ve Batı’daki müttefikleri Churchill ve Roosevelt’in gönlünü hoş tutmak için sağlam bir jest yapması iyi olacaktı. Ne de olsa dünya devrimini gerçekleştirmek için kurulan Komintern’in varlığı bile kapitalistleri tedirgin ediyordu. Ulusal komünist partiler zaten temel kararlarda emir alan konumundaydılar ama bu saatten sonra perde gerisinde halledilen pazarlıklar hakkında hiçbir fikirleri olmayacaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası SSCB, Siyonist hareketin sol kanadı olan Mapam ve diğer sol eğilimli Yahudi gruplarla ilişkiyi güçlendirmişti bile. Filistin Komünist Partisi’nin bundan haberi bile olmayacaktı.

İkinci Dünya savaşı öncesi ve sonrasında Filistin toprakları Britanya himayesindeydi. Gelgelelim artık Britanya’nın emperyalist hiyerarşinin tepesinde olduğu günler geride kalmıştı, yeni süper güçler ABD ve SSCB idi. Britanya sömürge imparatorluğunu sürdürecek, anti-sömürgeci hareketleri yenilgiye uğratacak kapasitede değildi. Bu yüzden Britanya hükümeti Filistin üzerindeki yetkilerini Şubat 1947’de bıraktı ve bölgenin gelecekteki statüsünü belirleme sorumluluğunu yeni kurulan Birleşmiş Milletler’e devretti.

İşte bu meseleyi ele alan 14 Mayıs 1947 tarihli BM Genel Kurulu’nda Sovyetler Birliği’nin Birleşmiş Milletler temsilcisi Andrei Gromyko, tarihi bir konuşma yaptı. İçeriği, tüm dünyadaki resmi Komünist Partilere bağlı milyonlarca komünist için şok etkisi yarattı. Gromyko yaptığı konuşmada Filistin toprakları üzerinde bir İsrail devletinin kurulması projesi olarak Siyonizmi meşru ve haklı bir talep olarak görüyor, Filistin devleti altında oluşacak iki uluslu yönetiminse peşin olarak Yahudilerin haklarının çiğnenmesi demek olacağını iddia ediyordu. Böylelikle herkes SSCB’deki keskin politika değişimini ve İsrail devletine yeşil ışık verildiğini anladı. Arap dünyası ve antiemperyalist dünya kamuoyu SSCB’yi siyonizme fren ve bir umut olarak görürken alınan darbe devasaydı. 1947’den itibaren Sovyetler Birliği’nin Siyonizme askeri, politik ve diplomatik desteği tamdı. 

1948 Savaşı ve Nakba

Filistin topraklarının bir Arap ve bir Yahudi devleti olarak ikiye bölünmesini öneren 1947 tarihli Birleşmiş Milletler Paylaşım Planı Yahudi liderler tarafından kabul edilirken, Arap liderler tarafından reddedildi. 14 Mayıs 1948’te İsrail Devleti’nin kuruluşu tek yanlı olarak ilan edince bu kararı savaş sebebi sayan Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak İsrail’e savaş açtı. Savaşan taraflara uygulanan silah ambargosunu delerek İsrail’e büyük çaplı silah sevkiyatı yapan SSCB, bu hamlesiyle savaşın gidişatını doğrudan etkiledi. Sovyetler Birliği, Çekoslovakya üzerinden oluşturduğu silah tedarik hattı ile büyük çoğunluğu Çekoslavakya’daki Nazi silah fabrikaları ve stoklarından arta kalan silahları ücreti karşılığında İsrail’e gönderdi. Bu sevkiyatlar gizlilikle yürütüldü ve savaşan taraflara uygulanan uluslararası ambargoları delmek için çeşitli yöntemler kullanıldı. Bu silahlar arasındaki Avia S-199 Uçakları (Alman Messerschmitt’ten devşirilme) İsrail Hava Kuvvetleri’nin ilk savaş uçakları olarak hizmet gördü. Bunun dışında hafif tanklar, toplar, havan topları, makinalı tüfekler ve büyük miktarda mühimmat Çekoslavakya’dan İsrail’e gönderildi. 

Savaş süresince Mısır, Ürdün, Irak ve Suriye arasında koordinasyon oldukça zayıftı. Farklı çıkarlar bu ülkeler arasındaki askeri ortak hareket kabiliyetini iyice azaltıyordu. Arap ordularının büyük bir kısmı, savaş için yeterince eğitilmemiş askerlerden oluşuyordu. Üst düzey komutanlar, genellikle siyasi kayırmacılıkla göreve gelmişlerdi ve modern savaş taktikleri konusunda bilgi sahibi değillerdi. Arap orduları, silah ve mühimmat konusunda oldukça zayıftı. Üstelik lojistik hatları zayıftı ve savaş sırasında sık sık aksadı. Arap devletleri dışında Filistinli Arap toplulukları da örgütlü ve donanımlı bir askeri güce sahip değildi. Filistin direnişi büyük ölçüde yerel milislerden oluşuyordu ve merkezi bir liderlikten yoksundu. İsrail ise modern silahlara ve savaş tekniklerine sahipti. Üstelik İsrail’in aldığı dış destek oldukça belirleyici olmuştu. Sovyetler Birliği’nin Çekoslavakya üzerinden gönderdiği askeri yardımlar dışında ABD’nin İsrail’i politik ve diplomatik açılardan desteklemesi savaşın gidişatını değiştirdi.

Kısacası Nakba’ya yol açan Arap bozgununda Stalin’in payı büyüktür. 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulması sırasında ve sonrasında, yüz binlerce Filistinli Arap’ın yerlerinden edilmesi, mülteci durumuna düşmesi ve Filistin topraklarının büyük bir kısmının İsrail kontrolüne geçmesiyle sonuçlanan bu büyük trajedi, Filistinliler için derin bir tarihsel ve travmatik anlam taşır. Stalin, Siyonistlere verdiği askeri ve diplomatik desteği, ilan edilen İsrail devletini derhal tanıyarak tamamlamış ve bu konudaki tarihsel rolünü oynamıştır.

Stalin Neden İsrail’i Destekledi?

Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliği, ABD’nin de desteğiyle İsrail’in kurulmasına ön ayak oldu. Peki Stalin’in hesabı neydi? Stalin’in hesabı basitti. Kurulacak olan İsrail devleti, İngiltere’ye darbe vuracak ve Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki müttefiki olacaktı. “SSCB dostu kapitalist bir İsrail” hesabı tabi ki tutmadı. Hiç de şaşırtıcı olmayan şekilde İsrail kurulur kurulmaz yüzünü Batı’ya döndü, ABD’nin Ortadoğu’daki temel ortağı ve emperyalizmin vurucu gücü haline geldi.

Stalin defalarca kez gösterdiği üzere hiç de parlak bir stratejist sayılmazdı. İngiltere’nin artık çaptan düştüğü, sömürgelerinden çekildiği ve yeni süper gücün ABD olduğunu görmek için çok da zeki olmaya gerek yoktu. Ama Stalin İsrail’e hayati önemdeki destekleri sağlayarak emperyalizme büyük bir iyilik yapmış oldu. Stalin’in stratejik “dehası”, taraftarlarının sıkça iddia ettiği gibi pürüzsüz bir ustalıkla parıldamak yerine, çoğu zaman ham pragmatizmin çuvallamalarıyla kendisini belli etmiştir. İsrail konusundaki jeopoliitik körlük gerçekten çok uç boyutlarda ama meselenin Sovyetler Birliği’nin kaderiyle ilgili diğer bir yönü daha var. Sovyetler Birliği Stalinist bürokratik çürümeye teslim olmuş, işçi sınıfı ve uluslararası devrim davasına sırtını dönmüş ve kendi dar çıkarlarını devletin çıkarları ya da sözde ulusal çıkarlar haline getirmiş bürokratik bir aygıtın eline düşmüştü. Stalin ve sonrasındakiler asla Ortadoğu’nun sosyalist dönüşümüne dair stratejiler üzerine düşünmediler. Onlar SSCB dostu kapitalist bir İsrail hayalinde olduğu gibi nüfuz bölgeleri peşinde koştular. Yani Sovyetler Birliği’nin uluslararası politikası temelde ABD ya da Britanyanınkinden farklı değildi. Ekonomik, jeopolitik ve askeri nüfuz bölgeleri oluşturmak için her çeşit burjuva güçle işbirliği yap, ilkeden arınmış pragmatizme dayan, duruma göre ittifakları değiştir, çıkarlarını genişlet ve en önemlisi bir işçi devrimi ya da “ayak takımının” devrimci atılımından ölesiye kork. Bu yüzden de İsrail’in kurulmasına destek olmak, bunun için ABD ile işbirliği yapmak, KP’leri dış ilişkilerde bir koz olarak kullanmak ama yeri geldiğinde de onları acımadan feda etmek, SSCB’nin Ortadoğu’da ve diğer her yerde izlediği çizgiyle uyumludur. Stalinist karşı devrimden sonra Sovyetler Birliği devletler arası rekabete dayanan dünya düzenine uyumlu, “saygın” bir yarışmacı olmaktan ötesini istememiştir.

İsrail’in Tanınmasıyla Ortadoğu’da Komünizm Ağır Yara Aldı

Sovyetler Birliği’nin İsrail’in kuruluşunu desteklemesi, birçok ülkede özellikle Arap dünyasında ve Filistin meselesine duyarlı kesimler arasında komünist partilere karşı tepki ve saldırılara yol açtı. Bu durum, Sovyetler Birliği’nin ve uluslararası komünist hareketin prestijine zarar verdi ve Orta Doğu’da komünist partilerin gücünü ciddi şekilde zayıflattı.

Mısır, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde komünistlere yönelik baskılar yoğunlaştı. Bu baskılar, tutuklamalar, parti kapatmaları ve propaganda faaliyetlerinin yasaklanması gibi sonuçlar doğurdu.

Filistin Komünist Partisi (FKP), Sovyetler’in İsrail’e desteğini takip etmek zorunda kaldı. Doğal olarak bu durum FKP’nin Filistinliler arasındaki desteğini hızla kaybetmesine neden oldu. FKP, marjinalleşti ve kayda değer bir siyasi güç olmaktan çıktı.

Fatura Sovyet Yahudilerine Çıkarılıyor

İsrail uluslararası alanda tanınıp üstüne 1848 savaşından büyük bir zaferle ayrılınca vakit kaybetmeden yönünü Batı emperyalizmine çevirdi. Stalin bunun acısını Sovyet Yahudilerinden çıkaracaktı. 

Stalin’in, Yahudilerden hoşlanmadığı bilinen bir gerçektir. Stalin ilk olarak Troçki, Zinovyev, Kamanev gibi tasfiye etmek istediği Bolşevik liderlere Yahudi köklerinden ötürü ”kozmopolit” imasını yaparak anti-semitik rengini belli etmiştir. “Kozmopolitlik” Avrupa’da aşırı sağın ”aykırı” ya da “yabancı” fikirlere karşı kullandığı bir retorik silah haline gelmişti. Avrupalı ​​Yahudiler sıklıkla “köksüz kozmopolit” olmakla suçlanıyorlardı. Stalin bu aşırı sağ söylemi devraldı ve özellikle İsrail’in ABD’ye yaklaşmasının ardından Sovyet Yahudilerine karşı yoğun bir şekilde kullandı. Sovyet Yahudilerini artık zor günler bekliyordu. 1940’ların sonlarında Stalin, Yahudi Anti-Faşist Komitesi gibi Yahudi kültürel ve siyasi organizasyonlarını dağıttı. Komite üyeleri ajanlıkla suçlandı ve birçok Yahudi entelektüel idam edildi veya hayatta kalmanın oldukça zor olduğu çalışma kamplarına gönderildi. 1948’de Yahudi Anti-Faşist Komitesi’nin lideri Solomon Mikhoels NKVD’ye bağlı istihbarat birimlerince öldürüldü. 1949’da “köksüz kozmopolitler” suçlaması, doğrudan Yahudi entelektüelleri hedef alan bir devlet kampanyasına dönüştü. Yahudi kökenli birçok akademisyen, gazeteci ve sanatçı işten çıkarıldı, tutuklandı veya sürgüne gönderildi. Bu süreçte “kozmopolitizm,” Sovyet değerlerine sadakatsizlik ve Batı’ya hizmet etme suçlamalarıyla eş anlamlı hale geldi.

1952’de Yahudi Anti-Faşist Komitesi Davası sonuçlandı ve komite üyesi tanınmış aydınların çoğu vatana ihanet suçlamasıyla idam edildi. Ama Yahudi karşıtı kampanya bitmemişti. 1952’de Stalin, Yahudi kökenli bir grup doktorun üst düzey Sovyet liderlerini kasıtlı olarak yanlış tedavi ederek ya da zehirleyerek öldürmeye çalıştığını iddia etti. Bu suçlama, özellikle Yahudi doktorları hedef alıyordu. Bu doktorlar arasında Lenin’in doktorlarından biri olan Miron Vovsi de bulunuyordu. Kampanya, Kremlin doktorlarını ve onların Batı ile bağlantılı oldukları iddia edilen ”bağlantılarını” hedef aldı. Yüzlerce doktor Gulag çalışma kamplarına gönderildi. Stalin’in Mart 1953’teki ölümünün ardından, bu dava hızla düşürüldü. Yeni Sovyet liderliği, komplonun tamamen bir kurgu olduğunu açıkladı ve tutuklanan doktorlar serbest bırakıldı. Pravda gazetesi, 1953’te, doktorların suçsuz olduğunu kamuoyuna ilan etti. Doktorlar Komplosu sadece Yahudi karşıtı bir girişim değil, aynı zamanda Stalin’in devlet üst kademesindeki “şüpheli” unsurları temizleme çabasının da bir parçasıydı. Bu tasfiye listesinin başındaki isimlerden birisi de Molotov’dur. Molotov ve karısı Polina Zhemchuzhina, Stalin’in son yıllarındaki siyasi tasfiyelerin hedefiydi. Polina Zhemchuzhina, Yahudi kökenli bir Bolşevik’ti ve uzun yıllar Sovyet bürokrasisinde üst düzey görevlerde bulunmuştu. Ancak 1949’da Zhemchuzhina, “Siyonist eğilimleri” nedeniyle Stalin emriyle tutuklandı ve çalışma kampına gönderildi. Molotov kendisiyle yapılan söyleşi kitabı Molotov Anlatıyor da karısına yönelik suçlamaların Kırım’da bir Yahudi devleti kurmak ile başladığını daha sonra ise Stalin’e karşı suikast hazırlığı içerisinde olmaya yükseldiğini anlatır. Molotov’a göre tasfiye sırası kendisine gelmişti. Eşinin tutuklanması sırasında Molotov, Stalin’e karşı herhangi bir itirazda bulunmadı ve sadakatini yineledi. Başka türlü davranması ancak kendi sonunu hızlandırırdı. Doktorlar Komplosu Stalin’in kendi yönetim ekibine karşı duyduğu paranoyayı ve devlet terörünün hangi akıl almaz boyutlara ulaştığını da yansıtıyordu. Stalin öldüğünde bürokratik aygıtın tepesindeki isimler bu çılgınlıktan kurtulmak ve bürokratik normalleşmeye gitmek isteyeceklerdi.

İki Devletli Çözümde Israr    

İsrail Batı emperyalizminin bir bileşeni olunca Sovyetler Birliği Arap devletlerine daha yakın davranmaya başladı ama SSCB İsrail devletinin varlığını daima tanıdı ve başlangıçta şampiyonluğunu yaptığı iki devletli sözde çözümü ısrarla savundu. İki devletli çözüm projesi İsrail için uzun yıllar boyunca büyük bir nimet anlamına geldi, zira korsan bir devlet olarak kurulan İsrail’e resmiyet ve uluslararası tanınma bu sayede gelmişti. Arap devletleri ve Filistin halkı uzun yıllar İsrail devletini tanımadı. Suriye, Lübnan, Irak, Cezayir, Kuveyt ve Yemen hala İsrail’i tanımış değiller. Bugün bunun İsrail için pek bir önemi kalmadı. Örneğin Suriye’deki İsrail karşıtı Esad rejimi de artık yok. Ama uzun yıllar boyunca iki devletli çözüm İsrail için çok hayati bir destek anlamına geldi. Filistin Kurtuluş Örgütlü lideri Arafat, İsrail karşısında alınan onca yenilgi ve Filistinliler olarak yalnız kalmanın bir neticesi olarak 1993’teki Oslo Anlaşmalarında İsrail’i tanıdı. İstenen, budanmış da olsa, mikro da olsa bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Ama İsrail bunu bile Filistin’e çok görecekti. İsrail sonraki yıllarda iki devletli çözümü içeren Oslo Anlaşmalarını sistematik şekilde sabote edecek, yeni yerleşimcilerle Filistin’in kalan küçük parçalarını da gasp etmeyi sürdürecekti. İsrail şimdilerde Suriye’deki boşluktan ve işbirlikçi yönetimden istifade ederek Golan Tepeleri’nin tamamını, Hermon Dağı’nı, stratejik su kaynakları ve sınır boylarını ele geçirmekle meşgul. Adeta geleceğin Batı Şeria’larını yaratıyor. Bütün bu tarihsel süreçte birçok kırılma noktası olsa da bunların en büyüğü şüphesiz 1948 ve Nakba idi. Stalin’in buradaki rolü Türkiye solu tarafından bilinmeli ve bu bilgi Sovyetler Birliği’ndeki kırılmaları sorgulamak için başlangıç noktası yapılmalıdır.